1 NİSAN
GENEL YAYIN YÖNETMENİ DOKUNUŞU…
Chorana Chronicle için yazdığım üç günlükten sonra Genel Yayın Yönetmenim Ertürk Akşun ile görüştüm.
“Hayatı temize çekmek” fikri üzerinde biraz akıl yürüttük.
Üzerine akıl oynattığım düşüncemi yukarıya çekmem için bana dünya yazarlarından örnekler verdi. Aslında yazılarını, kitaplarını hepimizin okuduğu yazarlar bunlar.
Ortak özellikleri “bir nokta”ya geldiklerinde kendileriyle “konuşmalar” yapmış olmaları. Bir anlamda kendi kendilerine içlerini dökmüşler.
“Sende yapsana bunu ağabey” dedi Sevgili Ertürk.
“Nasıl yani?” diye sordum düşüncelerini açsın diye. Şöyle cevap verdi:
“Az şey görmedin. Ülkenin ve dünyanın bir dolu meselesi senin de gözünün önünde gerçekleşti. Dünya kadar yayını birinci adam olarak yönettin. Bu arada memleketi ‘yapan’ insanları tanımak fırsatı buldun…”
Daha pek çok laf etti genel yayın yönetmenim.
Ertürk’ü severim. Birçok nedenim var bunun için. Bir kere dünyaya üç aşağı beş yukarı aynı pencereden bakıyoruz. Yaşlarımız ve başka özelliklerimiz tıpa tıp aynı olmadığı için her konuda yüzde yüz anlaşmamız mümkün olmasa da çıkış noktalarımız, genel tariflerimiz aynı.
Bu da bizi pek çok konuda fikir birliğine götürüyor.
Günlükler konusunda da öyle oldu!
Az şey görmedim hakikaten. Ülkemin ve dünyanın yarım yüz yılına birinci elden tanık oldum. Kaldı ki bu yarım yüz yıl binlerce yıldan daha derin kırıklar bırakarak geride kaldı.
Üstelik bu süreci bazen “gidişata müdahale etmeye çalışarak” bazen de “müdahale edenlerin burnunun dibinde bulunarak” yaşadım.
Bazı çok önemli kırılma noktaları gelecek yüz yılları etkileyecek önemdeydi!
Yan yana koysam, “kitap” olur.
Konuşmamızın bir noktasında da bu lafı etmiş olmalıyım ki genel yayın yönetmenim “kitap olur” konusunda demir attı.
Hoşuma gitmediğini söylersem, yalan olur.
“Öyleyse” dedim sevgili genel yayın yönetmenime “bu işi biraz daha ciddiye alayım.”
“Al, hatta çok ciddiye al ağabey!” dedi.
Doğru “Hayatı temize çekmek” kolay iş değil.
***
Mesela 12 Eylül “kanlı cunta”sı gerçekleşirken yirmi beş yaşında, dibine kadar politik, ülkesini değiştirme çabası içinde genç bir adamdım.
12 Eylül’ün generallerinin defolup gitme tarihi yaklaşırken Süleyman Demirel’in, Bülent Ecevit’in, Necmettin Erbakan’ın nefes alışını bile izliyordum. O dönemin birçok dergisinde, gazetesinde “bu büyük serüven”i yazdım.
Sonraki yıllarda aynı koşturmacam devam etti!
Gazetelerin ve televizyonların kontrolünün önce iş adamlarına sonra siyasal iktidarlara geçişini sürecini dakika dakika yaşadım.
Bugün bağımsız medyadan neredeyse hiç söz edemiyorsak bunun temelleri benim aktif olarak gazetecilik, televizyonculuk yaptığım zamanlarda atıldı.
Şüphesiz, bu önemli durumdan toplumsal hayat da alabildiğine etkilendi. Yeni tür “medya patronu-iş adamı-siyasetçi” ilişkisi, zaman içinde toplumun bütün katmanlarının davranışlarını belirleyecekti...
Bu arada “dünyanın geri kalanı”nda neler olup bittiğine de tanıklık ettim. Rusya SSCB’nin paltosundan gözümün önünde çıktı.
İngiltere’nin “demir lady”sini de, ülkesinin giderek enkaza dönüşmesini de adım adım izledim.
Avrupa Birliği’nin “büyük hayal”den “büyük hayal kırıklığı”na dönüşeceğini görmek için alim olmak gerekmiyordu.
Alim olunmaması anlaşılması gereken bir konu da “demokrasiyi getirecek, askeri götürecek sihirli değenek” gibi görünen çiçeği burnunda AKP’nin, zaman içinde “siyasal İslamcı bir kaşalot” halini alacağıydı.
Dünya'da görmediğim çok az yer kaldı. Gittiğim her yere "araştırmacı, gazeteci" kimliğimi de götürdüm. Zaman içinde "romancı" şapkamı da yanıma almaya başladım.
***
Ertürk’le konuşurken, yaşadığım, üzerine düşünme fırsatı bulduğum “dönüm noktaları ve tarih yapıcılar” gözlerimin önünden bir film şeridi gibi aktı.
Tabiatıyla böylesi bir çalışma, Chorona Cronicle’nin boyutlarını aşar. Bir planlama gerektirir. Uzun soluklu bir iş olmak zorundadır.
Bu nedenle sevgili arkadaşlarım, Chrona Cronicle’ın “yer altı”na girmeye, “demlenmeye” ihtiyacı var.
Bitince hep birlikte okumak dileğiyle, sevgiler… Bugün Salı. Hapsimde 22. Gün.
31 MART
CHORONA’YLA KENDİNİ TEMİZE ÇEKMEK,
BÜNYEYE FORMAT ATMAK
Bilgisayarımın başına oturmayı becerebildiğime göre, bugün de “arıza” çıkartmayacağım belli oldu.
Yoksa kanıksıyor muyum?
Bir körleşme veya kabullenme hali mi yoksa söz konusu olan?
İşin “gündelik” yanındayım. “Yaşadığımız hayat” kısmına bakmaya çalışıyorum.
CÖ (Chorona'dan Önce) yaşadığımız hayatla CS (Chorona'dan Sonra) yaşadığımız ve yaşayacağımız arasında dünya kadar fark var. Bu kesin.
Ne kadarı kalıcı ne kadarı gidici kestirebilmek zor.
Bana soracak olursanız, CS artık hiçbir şey CÖ’ki gibi olmayacak.
Birbirimize eskisinde olduğu gibi iştiyak ile sarılamayacağız mesela. Yanaklarımızı birbirimize değdirebilecek miyiz, bundan bile emin değilim.
Kendimden örnek verecek olursam, binlerce okurun ve yazarın buluştuğu kitap fuarlarına tekrar katılabilecek miyim, bilmiyorum.
Neyse. Üzerinde asıl konuşmak istediğim bunlar değil.
Geleceği görmeye çalışma isteğim de niyetim de derdim de yok.
Ne olacaksa olacak. Yaşayacak (!) göreceğiz.
***
Şunu merak ediyorum:
Acaba içinden geçmekte olduğumuz “ara verme” hali sayesinde kendimizi temize çekebilir miyiz?
Bir başka deyişle bünyemize format atıp, programlarımızı yeniden yükleyip, tünelden çıkınca yolculuğumuza daha sağlıklı, verimli devam edebilir miyiz?
Eskiden beri, kendini temize çekmeyi başarabilenlere imrenirim.
Yaşamakta oldukları hayatın bir noktasında durur, kendilerini gözden geçirir, bir şeylerden vazgeçmeye, öteki şeyleri yapmaya karar verirler. O andan itibaren yepyeni bir hayat yaşamaya başlarlar.
Böyle arkadaşlarım, dostlarım var.
Canım Kardeşim Nejat (Avcı) bunu yaptı mesela. Sevgili Melike’yle birlikte uzun, çok uzun sürecek bir dünya seyahati planladı. Bu plan için müthiş bir ön hazırlık yaptı. Üç yılı aşkın bir süredir aşkları “North” isimli yelkenliyle dünyayı dolaşıyorlar.
Başka dostlarım, arkadaşlarım da var kendilerine format atmayı, hayatlarını temize çekmeyi becermiş olan.
Üzümün sihrine kendisini şarapçılığa vuranlar, zeytindeki gizemi keşfedip zeytinyağcılığı meslek olarak seçenler, organik tarımı meslek haline getirenler…
“Canı cehenneme paranın da pulunda” deyip, profesyonel hayattan, bir başka deyişle “biriktirme saçmalığından” vazgeçen, onun yerine yaşamayı seçen de epey sayıda tanıdığım var.
Seneca “Ne kadar değil nasıl yaşandığı” demiş hayata dair.
Ne dersiniz, Chorona Günleri bizim içimizde de bu ışığın yanmasını sağlayabilir mi?
Etraflarında yaşanan tüm keşmekeşe rağmen “hayatını temize çekmeyi” becerenlerin yaptıklarını, bizler acaba Chorona Günleri’nin sükunetinden istifade ederek gerçekleştirebilir miyiz?
Kendi adıma çok istiyorum ama becerebilir miyim, emin değilim.
***
Niyetim değişme, değiştirme gibi kavramları didikleyerek, elimizi sallasak ellisine çarpacak “yaşam koçu” ordusuna bir nefer olmak değil.
Herkesin hayatı, Fransızların deyişiyle unique. Yani benzersiz.
Ortalıkta yaşam koçu edasıyla poz kesenlere de bu nedenle takıntılıyım zaten.
Genellemeler, genellemeler…
Eline kalemi alan, yaşam koçu!
Özellikle de genç okurlara “şöyle yaparsan böyle olur”, “aman ha…” kıvamında “akıl” dağıtan bir dolu ruh hastası…
Psikiyatristler, psikologlar lütfen üzerlerine alınmasınlar söylediklerimi. Kendini filozof zanneden laf ebelerinden söz ediyorum.
Konuma dönecek olursam, kimseye “hayatını şöyle temize çekebilirsin” deme niyetim yok.
Kendim bile nasıl çekebileceğimi bilmezken ne haddime!
Sadece bir soru sormak istiyorum:
Chorona Günleri’nin getirdiği bu çok özel kendimizle başbaşa kalma hali sayesinde, acaba “makineyi formatlamakta” yarar olabilir mi?
Ya da fırsat bu fırsat, eskilerin tabiriyle “hayatı temize mi çeksek ne?”
30 MART
KİM KALACAK, KİM GİDECEK?
CHORONA MI, BİZ Mİ?
Bir yaşam formu -Ölüm mü demeliydim yoksa?- olan Chorona ile bir başka yaşam formu olan insan arasında savaş hali bu.
Bir başka deyişle, bu sabaha da bu savaşı kazanmak için uyandık.
Kendi adıma, savaşta 21. günüm.
Arada bir kendi kendime gülüyorum. Nedeni malûm: Savaşı evde kalarak sürdürmem lazım!
Bir yolunu bulmam, evimi Chorona düşmanına işgal ettirmemem gerekiyor. Kapım sıkı sıkı kapalı. Sabunlar, deterjanlar, maskeler, eldivenler… Hepsi olmaları gereken yerde!
***
Kişisel olarak sonunda ben kazanır mıyım bilmem!
Ama eminim: İnsan kazanacak!
Şundan biliyorum: İnsandan daha “aşağalık” form olsaydı, bugün dünyanın ipleri onun elinde olurdu.
Tarih boyunca gezegenimizden ne tür yaşam formlarının gelip geçtiğini bir düşünün.
Sonunda ayakta kalan, biraz da hayata olan tutunma gücü nedeniyle evrilip insana dönüşmüş olan bizim türümüz.
Sadece kendisiyle uyum halinde olanlara yaşama izni veren türümüzün savaşçılığıyla, ne kadar “iftihar” etsek azdır.
***
Minicik bir çocuktum, elimde bir broşür sıkıştırdılar. Kapağında “Ben Bay Verem Mikrobu!” yazıyordu.
Verem mikrobuyla nasıl savaşmam gerektiğinin anlatıldığı broşür a’dan z’ye aklımda. Ezberletmiş olmalılar. Tıpkı bugünküler gibi, “mikrop” insan kılığına sokulmuştu sözünü ettiğim broşürde de.
Tam da 50, 60 yıl önce bıraktığımız yerden devam ediyoruz anlayacağınız.
Önceki nesil çocuklara Veba, Kolera mikrobu nasıl öğretilmişse, benim neslime Verem mikrobu aynı biçimde öğretilmiş olmalı.
Benim neslim Verem’i gördü. Şimdiki çocukların zihnineyse, Chorona kazınacak.
Tabii ki yeneceğiz Chorona mikrobunu!
Kimleri yenmedik ki?
Birbirimizi bile!
***
Düne kadar birbirimizi yiyorduk. Dozunu biraz düşürmüş de olsak hâlâ yiyoruz.
Unutmayın lütfen, çocuklarımız bugün de Suriye’nin kuzeyinde! Chorona koşullarında bile oradalar.
Sade biz Türklere mahsus bir durum değil, birilerine karşı aralıksız savaşmak. Biz tarihimiz boyunca savaştık da ötekiler durdu mu? İnsanız neticede.
Her şeye ve birbirine karşı savaşan bir tür “yaşam” formuyuz anlayacağınız.
Bu sözlerimi sorgulamamda yarar var!
Acaba naturamızda olduğu için mi savaşkanız, yoksa böyle öğrendiğimiz için mi?
Ya da böyle davranmaktan başka çaremiz olmadığından mı savaşıyoruz?
Galiba her ikisi birden. Siyah ve beyaz misali.
Bir tarafıyla dünyayı Kuzey Kutbu’ndaki buzları eritmek dahil her yanıyla yok etmeye kararlı kötü insan, öte yanda hayata değer veren ve onu korumak için son enerjisine kadar mücadele etmeye karar vermiş iyi insan…
Sanıyorum birbirimize karşı verdiğimiz bu savaş sonsuza kadar sürecek.
***
Bugün için -sadece bugün için- iyi ve kötü bütün “insanlık camiası” olarak, ortak düşmanımız Chorona’ya karşı birleşmiş durumdayız!
Sadece bu berbat durum bile, kendimizden utanmamıza yol açmalı ama ne gezer!
Ölmelerinden zerre kadar üzüntü duymayacaklarımın Chorona’ya yakalandıklarını öğrenince içime hüznün bastığını en azından burada itiraf etmeliyim.
(Bana kalırsa, ölmekten korkmaya dair ilkel bir duygu bu. Daha iyisini psikologlar bilir.)
Ne olur şaşırmış gibi davranmayın! Mutlaka sizin de vardır kaybını kazanç gibi değerlendireceğiniz birkaç kişi.
Chorona ile yoğrulunca, üzülüyor işte “insan”.
Yoksa biraz da bundan mı kaynaklanıyor acaba daha dayanıklı bir yaşam formu olmamız?
***
Chorona virüsünün de bizim gibi yoldaşları, yandaşları, dindaşları, ırkdaşları… var mıdır dersiniz?
Acaba Chorona’da da ortak düşmana yani insana karşı birlikte hareket etme güdüsü gelişmiş midir?
Zannetmiyorum.
Sonunda bizim kazanacağımızı söylememin nedeni de bu?
4.5 milyar yıldır bulunduğumuz dünyada, 7.5 milyar nüfusa ulaşmış olmamız bile “kazık kakacak” formun “biz” olduğunu göstermeye yetiyor da artıyor bile.
Sonunda 7’den sonraki küsurat gitse bile, “insan” kalır Chorona gider.
Küsuratın içinde olmamak için, “Güneş ufuktan şimdi doğar, dayanalım arkadaşlar…”29 MART
29 MART
65 YAŞINDA BİR KOAH’LININ CHORONA’YLA İMTİHANI…
Mart’ın 9’uydu. Sevgili Nihan ve annesi Şeniz Hanım’la Yeşilköy Ogün’de, epeydir ertelediğimiz yemeğimizi yiyorduk...
O akşam muhterem ve muhteşem Chorona Hazretleri’nden biraz lafladığımızı hatırlıyorum.
Gece eve dönünce, biraz CNN International’e biraz BBC’ye baktım. İş ciddiye binmiş bile.
Haberciler durmadan kulağımı çınlatıyor:“Akciğer hastalığı olanlar…”

Biraz da telaşlanarak, Georgina’ya “Çarşamba günü Kutlukan’ın sergi açılışı var” dedim.
“Özür diler, gitmezsin” dedi.
“Bir dolu imza günü, konferans, fuar var sözünü verdiğim. Onlar ne olacak?” diye dertlendim.
“Hele bir Çarşamba gelsin, düşünürsün” cevabını aldım.
Ertesi günkü haberlerde yine benden yani “akciğer hastaları”ndan bahsediliyordu.
O günden bu yana, yani 9 Mart’tan beri, yani 20 gündür evdeyim.
***
Telefonla konuştuğum bazı arkadaşlarım “Zaten evde çalışıyorsun” diyerek, durumumu hafifletmeye, işimi kolaylaştırmaya çalışıyorlar.
Kazın ayağı öyle değil!
Sabahları çıkıp bir saat tempolu yürüyordum. 7 kilometre filan ediyor.
Sonra haftada en az bir kere mutlaka bir toplantıya katılıyordum. Sohbet, yemek filan derken, ertesi güne ya da günlere sanki yeni bir güne ya da günlere başlamışım gibi uyanıyordum.
Ayrıca takvimime gelecek günlere dair toplantı günleri de yazıyordum…
Takvim için her kalemi elime aldığımda, havam sanki “Yahu şimdi nereden çıktı bu!” havası oluyordu.
Şimdi ne çok özlüyorum o günleri!
Yirmi gündür, sanki hep aynı güne başlıyormuşum gibi geliyor…
Yeni bir “Chorona Chronicle” anlayacağınız.
Bu nedenle, günlüğümün adını CHORONA CHRONICLE koydum.
Chronicle bir çoğunuzun bildiği gibi İngilizce konuşulan ülkelerde gazetelere verilen isimdir. Önünde ya şehrin ya ülkenin ismi olur.
Üstelik benimki hepimizin yoldaşı halini almış Chorona’yla da uyumlu!
***
Bu günkü “chronicle”den sonra, yazacaklarım biraz daha “günlük” havasında olacak ama bugüne gelene kadar olup bitenden biraz söz etmemde, 20 günün özetini yapmamda yarar var.
Bir kere akşamüstüne kadar dünya yıkılsa televizyonu açmıyorum.
O gün kaç kişinin öldüğüne dair merakım tavan yapsa da “Yok!” diyorum “kendime işkence yapacaksam da bırakayım bunun metodu cehenneme gidesi televizyonları açmayarak olsun.”
Saat bazen 18.00, bazen de 19.00’da televizyonu açıyorum.
Yerlilerden FOX’u yabancılardan İngilizce yayın yapan hepsini bir yokluyorum.
Artan hasta sayıları ve ölümler… Başlangıçta onar yirmişerdi, şimdi yüzer yüzer…
Televizyon faslını bitirince, gelsin filmler. Tabi ki mümkün olduğunca yumuşak olanları!
Acı çekmeyi seven bir nesilden geliyorsam da korku filmi seyretmeyi çok sevmem.
Aksiyon filmlerine çok itirazım yoktur ama akla yakın olmaları kaydıyla.
Chorona günlerinde onlara bile tahammülüm yok. Daha “Kamelyalı Kadın”, “Doktor Jivago”, “Tiffany’de Kahvaltı” havasındayım anlayacağınız.
Yerli filmlerin en kötülerine maruz kalmış neslin temsilcilerinden olduğum için, aram açıktı Türk Sineması’yla. Son birkaç yıldır biraz düzelmiş durumda. Yeni jenerasyon Türk sinemacıları, kurak topraklarımızın umudu oldu.
Son olarak İncir Reçeli’nin 1 ve 2’sini seyrettim mesela. Beğendim.
***
Başta dediğim gibi, son kez sokağa ayın 9’unda çıkmıştım. Yirmi gündür evdeyim!
Geçen yirmi güne dair da anlatacaklarım var ama asıl bundan sonrasının nasıl geçtiğinden söz edeceğim.
Acele etmeden. “Tadını çıkartarak.”
Tadını çıkartma lafını bilerek ve isteyerek ettim.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nı yaşamadım. 12 Eylül’ün her karesi aklımda.
Chorona günleri ülkemiz için geride 12 Eylül gibi bir iz, dünya içinse dünya savaşları kadar büyük bir yıkım bırakacak. Sonra çekip gidecek.
Biraz daha ayak direyebilirsem, ben de bunun tanıklarından biri olacağım.
Bayanlar, Baylar, bu büyüklükte bir olayın içinde bulunuyor olmak kolay bir iş değil!
İş ki nasıl yaklaşacağımızı, neresinden bakacağımızı bilmeyi becerebilelim.
Chorona Chonicle’de bunu yapmaya çalışacağım. Bakalım olacak mı?
İlerleyen yazılarda buluşmak dileğiyle, hepinize Chorona'sız günler diliyorum.
Format atacağım da hangi yeni programı yükleyeceğime 71 gündür karar veremiyorum.
Böyle gelmiş ama böyle gitmeyeceğine de eminim,Corantina hele bir bitsin
cs ve cö ikisi de düşündürücü. biri cıss yasak diye yaşanan yıllar ,darbeler vb,diğer şimdi korkulacak olan cööö,yani insanların etkileşimi. ne olacak ?nasıl yaşayacak insan oğlu hümanist olursa belki kazanır ama kim ölür kim kalır biz yaşasak ta görürmüyüz belirsiz bir yol önümüzdeki.hani tepeden aşağı bir temizlik gerekli denir ya oysa dünya hep dipten temizleniyor ,açlık yokluk yoksulluk hep alttan alttan bizleri süpürüyor .hepimize kolay gelsin, bir sonraki dalgada hiçliğe sürüklenmemek olabilir mi ?