top of page
Yazarın fotoğrafıOsman Balcıgil

KURGU İLE GERÇEĞİN AŞKI


Gazetecilik mesleğinde neredeyse her kademede yer aldınız. Haber toplama ve yazma rutinin, kurmaca bir metin yazmadan daha farklı bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Gazetecilik dilinden kurmaca diline geçerken en çok zorlandığınız nokta neresiydi?

Gazeteciliğe başlamadan önce iyi bir roman okuruydum. Her zaman elimde, çantamda, başucumda bir roman vardı. Bugüne kadar da bu durum değişmiş değil. Çeşitli biçimlerde roman okumaları yaptım. Yazar külliyatlarını okudum, ülkelerin romanlarına kulak kabarttım, türler üzerine okuma çalışmalarım oldu, dönemlerin üzerine gittim… Hasılı kelam, roman gazeteciliğimin yanı sıra demlenen yanımdı. Evet, dediğiniz gibi, kabaca söylenecek olursa haber gerçek, roman kurmacadır. Ama kabaca söylenecek olursa. İyi röportaj bana soracak olursanız yazma sanatlarının içine girer. Şiir, hikâye, romanla at başı koşar. Yaşar Kemal’in röportajlarını hatırlayın. Gazetecilik yaptığım yıllarda, iyi röportaj yazarı olmaya çalıştım. Anlamlı, okunası ve daha birçok özelliği olan metinler kaleme almaya çalıştım. Ayrıca, roman yazmaya başlamadan önce yazdığım birçok kitabım vardı. Uzun metinler yazma konusuna da yabancı değildim. Bu nedenle, romancı olarak masaya oturduğumda çok farklı bir dünyaya giriş yapmış olmadım. Yine de ilk romanım olan Ters Kanatlı Şahin’de özellikle de karakterler konusunda zorlandığımı söylemeliyim. Sonraki romanlarımda o açığımı kapattığımı düşünüyorum.

 



Kurgu ile Gerçeğin Aşkı’nda kendi kurgu romanlarınızın yazım süreçleri üzerinden roman yazma sanatına dair tecrübelerinizi ve deneyimlerinizi paylaşıyorsunuz. Böyle bir kitap yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Kitaplarımdan hareketle pek çok konferans verdim. Gördüm ki, okurların yazdıklarımla ilgili benzeşen soruları var. Kitabın ismini de zaten bu sorulardan en öne çıkanı göz önünde bulundurarak koydum: Aşağı yukarı bütün okurlarım yazdığım bütün romanlarda “ne kadarın kurgu ne kadarın gerçek olduğunu” merak ediyorlardı.

 

Kitabınızın giriş bölümünde “kişisel gelişim” furyasının sektörleşmesini bir nevi eleştiriyorsunuz. Ülkemizde son yıllarda sayıları giderek artan yazarlık atölyelerini göz önüne alarak düşündüğümüzde, yazmanın bu tarz atölyeler üzerinden öğretilme çabasına dair neler söylemek istersiniz?

Mastercamp’ta “tarihsel roman yazma” konusunda düşüncelerimi paylaşıyorum. Özellikle “ders veriyorum” demedim. Çünkü Kurgu ile Gerçeğin Aşkı tam da bu “ders verme” meselesinin kafamı kurcalaması, giderek rahatsız etmesiyle ortaya çıktı. Kitabımın önsözünde de söylediğim gibi “akıl öğretme işleri” son yirmi beş yılın bir meselesi olarak gündemimize girdi. Eskiden her mahallede bir cinci hoca vardı, şimdi her mahallede bir “akıl öğretici” var.  Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, “akıl öğretme” ekolleri gelişti. Basıyorsunuz zat-ı muhteremlerin düğmelerine başlıyorlar anlatmaya: Aynaya bak kendini göreceksin, mealinde laflar. Bu “meslek erbapları”nın bir kısmı psikologların, psikiyatristlerin mesleklerini ellerinden almış vaziyetteler. Üniversitelerdeki astronomi sınıflarının yerini astroloji bölümleri doldurmaya başladı. Yahu arkadaş, astroloji falcılıktır. Falcılığın sınıfı mı olur? Oluyor işte. Çünkü talep var! Romancılığa dair derslerin verilmesi de aynı furyanın bir sonucu. Sanki matematik ya da coğrafya öğretiliyor. “Neredeyse kalemi şöyle tutacaksın” filan denilecek. Ama romancılık böyle bir iş değil ki. Ben Mastercamp’taki konuşmalarımda akıl öğretmiyorum. Ama deneyim paylaşıyorum. Bunun muhtemel roman yazarına ve müzmin roman okuyucusuna faydası dokunacağını düşünüyorum. Kurgu ile Gerçeğin aşkı işte bu düşünceden doğdu.

 

Gerçek insan hikâyelerinin romanlaştırılmasını ve bu hikâyelerin sonrasında televizyona/dijital platformlara dizi olarak “gerçek bir hayat hikâyesi” şeklinde sunulmasını son dönemde oldukça sık görüyoruz. Okur/izleyici ekseninde bu tür işlerin yoğun şekilde talep ve tercih edilmesini nasıl yorumlarsınız?

Önce şaşkınlık içinde televizyonun insan hayatını nasıl etkilediğini izledik, sonra internetin. Nihayetinde bunun bir gerçeklik olduğunu kabul ettik. Asıl mesele bu. Yoksa gerçek insan hikayeleri romanın doğuşuyla birlikte sahne aldı. Aydınlanmanın en önemli itici güçlerinden biridir roman. Fransız ve hatta dünya aydınlanmasının en önemli ismi olan Voltaire’den hareket edecek olursak, dünya kadar oyun, şiir, roman yazdı ve büyük bir kısmında gerçek insan hikâyelerinden hareket etti. Yeni olan, bu hikâyelerin televizyon ve digital platformlara uyarlanması. İyi işler yapılıyorsa, ben buna kültürün yaygınlaşması, popülerleşmesi diye bakıyorum. Hayatında hiç roman okumayacak kimseler, televizyon filmlerinden hareketle tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi öğreniyorlarsa, bırakın öğrensinler. Hiç yoktan iyidir. Verilen iyi ürünleri, çarpıtılmayanları, politik nedenlerle kullanılmayanları kastediyorum tabiatıyla.

 

 

Özellikle biyografik romanlarınızın diğerlerine nazaran çok okunduğunu gözlemeyebiliyoruz. Suat Derviş, Celile Hanım, Cahide Sonku, Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Afife Jale hikâyelerini yaptığınız isimler. Tarihimizden önemli karakterleri roman karakteri olarak belirlerken nasıl bir yol izliyorsunuz?

Romanlarımı laf olsun torba dolsun diye yazmıyorum. Roman hayattır, prensibinden hareket ediyorum. Hayat nasıl şakaya gelmezse, roman da gelmez. Ülkemizde son yüz elli yılın layıkıyla anlaşılmadığını düşünüyorum. Bugün ülke olarak içinde bulunduğumuz berbat, içler acısı durumun en önemli nedeni bu. Bir cahiller ülkesinde yaşıyoruz ne yazık ki! Böyle olunca, medyayı elinde bulunduranlar ne söylerse, toplum inanıyor. Romanlarımın bu eksikliği, tarihe dair bilgisizliği gidermeye hizmet etmesini istiyorum. Böyle olunca kırılma dönemlerini ve dönemleri en iyi anlatacağım kişileri seçmeye çalışıyorum. Bu da beni en çok acı çekilen dönemlere ve en çok acı çekmiş insanlara götürüyor.

 

Ülkemizin siyasi ve sosyal hayatını etkileyen önemli olayları da kitaplarınızda kullandınız. 6-7 Eylül pogromu, 80 darbesi, 70’lerin siyasi-toplumsal olayları… Günümüzden ülkemizin geçmişine baktığımızda, o günleri yaşamış ve yazmış bir yazar olarak ülkemiz gözünüze nasıl görünüyor?

Feci bir durumdayız. Ağlanası bir halimiz var. Geçmişinden ders çıkartmayan, yaşadıklarından hangisinin başarı, hangisinin başarısızlık hikayesi olduğunu anlayamayan bir toplumuz. Bunu kişi başına düşen yıllık gelirimize bakarak da anlayabiliriz. Ülke olarak, toplum olarak kendimizle övünmeye bayılıyoruz. Son “harikamız” uzaya gönderdiğimiz astronotumuz Gezeravcı. Tabiatıyla bu genç adama bir sözüm yok, sözüm onu bir propaganda malzemesi yapanlara. Eğer Gezeravcı’nın uzaya giden kaçıncı astronot, ülkemizin uzaya giden ülkeler arasında kaçıncı sırada olduğunu bilseydik, bu “büyüklenmeye” burun kıvırırdık. Bunda pogrom, darbe, ele geçirme gibi büyük alt üst oluşlar büyük rol oynuyor. Ben de konularımı bu tür alt üst oluşlardan seçiyorum zaten. Belki yaralarımıza bir nebze merhem olur diye.

 

Romancılığınızı besleyen asıl faktörün senelerdir yaptığınız gazetecilik ve televizyonculuk olduğunu örneklerle kitabınızda gösteriyorsunuz. Günümüzde hem basılı hem de görsel yayıncılıkta uygulanan sansür uygulamalarının sizce edebiyatta bir karşılığı var mı? Metinlerinizi kaleme alırken kendinize otosansür uyguluyor musunuz?

Son sorunuza cevap vererek başlayayım, sonra geriye döneyim.  Hayır bir otosansür uygulamıyorum. Çünkü korkmuyorum! Ben hırsız, uğursuz, terbiyesiz biri değilim. Yazdığım her şeyin tarihi, siyasi ve insani olarak karşılığı var. Doğruları yazıyorum. Yazdıklarım üzerine herkesle tartışırım. Evet, yazdıklarım kimilerinin canını çok acıtabilir. Acıtsın. Keşke o büyük felaketlere imza atmasalardı.  Bu nedenle başım derde girecekse varsın girsin. Bugünün gazeteciliğinin ve televizyonculuğunun geleceğin romancılığına etkileri olacak mı? Evet olacak. Hem iyi hem de kötü anlamda. Geleceğin romancıları gerçekleri bir dolu yalanın içinden bulup çıkartmak zorunda kalacaklar. Bu nedenle işleri zor. Öte yandan biliyorsunuz, gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir adeti vardır. Bu nedenle, bugünün muktedirleri için korkuyorum. Bugün ben nasıl 50’leri, 60’ları, 70’leri anlatıyorsam ilerleyen zamanlarda birileri de son yirmi yılı anlatacak. İyi anlamda ise, geleceğin romancılarının anlatacakları hayat hikâyeleri ve kırılma noktaları o kadar fazla ki onlara imrenmemek elde değil.

 

Gelecekte 2000’lerin başı itibariyle Türkiye’nin hikâyesini yazmak isteseniz, kendinize başlangıç olarak hangi siyasi olayı ya da figürü odak noktası olarak belirlerdiniz?

FETÖ’nün jetleri uçurmaya başladığı an mesela, “ağzımın sularının akmasına” yol açıyor. Bu kritik noktadan başlayıp geriye sarabilmek çok hoşuma giderdi. Ama henüz buz dağının sadece suyun üstünde kalan kısmını görebiliyoruz. Dönem romancılığı ya da biyografik romancılık çok daha fazlasını gerektiriyor.


Bir diğer roman türü olarak kaleme aldığınız dinsel/ezoterik romanlarınızı kaleme alırken yaptığınız kapsamlı çalışmaları Kurgu ile Gerçeğin aşkında anlatıyorsunuz. Bu kitaplarınızdan Pisagor Tepkisi’yle Gezi Direnişi’ni aynı metin içerisinde buluşturma fikri nasıl doğdu, okurlarınızdan nasıl tepkiler aldınız?

Aynı metinde nasıl buluşturduğumu Kurgu ile Gerçeğin Aşkı’nda uzun boylu anlattım. Burada anlatmayayım. Merak edenler kitaptan okusunlar. Dinsel ve ezoterik romanlarımın bir kısmında bugün ile geçmişi bir araya getirdim. Zerdüşt’ün Sırrı’nda da Bilginin Efendisi’nde de öyledir mesela. Burada önemli olan, okuyucuda inandırıcılık duygusunu zedelememektir. Pisagor Tepkisi’nde de öteki ezoterik ve dinsel romanlarımda da bunu sağladığımı düşünüyorum. Çünkü hiç olumsuz tepki almadım.


Yakın gelecekte yazmayı düşündüğünüz, yazmasam içim rahat etmeyecek dediğiniz tarihi bir karakter, olay, dönem var mı?

Yazıyorum. Yazmasam ölürdüm. Yeni bir dönem romanı üzerinde çalışıyorum. Haziran ayında yayınlanmasını planlıyoruz. Ama şu anda ser verip sır vermem. Çünkü okuyucudaki merak duygusunun üzerine limon sıkmak istemem.

17 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

留言


31 MART
1 NİSAN
bottom of page